Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymalı…

Bu ay iki meslektaşımız hakkında biri 2,5 milyon, diğeri 1,2 milyon tazminat ödemeye mahkûm edildiklerini duydum. Gerçekten son derece üzücü ve düşündürücü tazminatlar. Yargılama süreçleri devam ettiği için ayrıntıdan bahsetmeyeceğim. Daha önce başka branşlarda daha yüksek miktarda tazminat ödemeleri de duymuştuk.

Bu tür davaların ve ödemek zorunda kalacağımız tazminatların giderek artacağı yönünde ciddi kaygılarım var. Çünkü artık tıbbi hizmet alımı sırasında zarar gördüğünü iddia edenler direkt olarak tüketici mahkemelerine dava açabilmekteler. Bunun anlamı, tüketici mahkemelerine tüketici sıfatı ile açılan davaların harçtan muaf olması nedeni ile tazminat isteminin de, istenen tazminat miktarının da giderek artacağıdır. Tazminat miktarı; tedavi giderleri, beden gücü kaybı, bakım giderleri, ekonomik geleceğin sarsılmasından kaynaklanan zararlar bakımından değerlendirilerek hesaplanmaktadır. Yani zarar gördüğünü iddia eden kişinin yaşına, mesleğine, kazancına, göre çok değişkenlik gösterebilmektedir. Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre tıbbi hatadan kaynaklanan zararların tazmininde hekim yüksek özen borcu nedeni ile ‘’en hafif kusurundan’’ tam sorumludur. Eğer zarar görenin (hastanın) kusuru söz konusu değilse hekim kendi kusuru oranında değil, tam kusur esasına göre tazminata hükmedilir. Bu durum tıbbi hatalardan kaynaklanan zararın tazminini diğer nedenlerle meydana gelen zararın tazmininden ayıran en önemli farklardan birisidir.

Bir diğer önemli fark, tıbbi tedavi hizmeti alan kişide zarar meydana gelmişse kişi tazminat talebinde bulunurken sadece tıbbi hizmet alımı ile ilişkili zarar gördüğünü ispatlaması, bir başka ifade ile zararın oluştuğunu göstermesi yeterlidir. Hekimin bu durumda kendi kusursuzluğunu ispat etmesi gerekmektedir. Oysa diğer tüm davalarda davacı iddiasını ispatla yükümlüdür.

Görüldüğü üzere açılan bir tazminat davasında biz hekimler mutlak olarak kusursuzluğumuzu ispatlamak durumundayız. Hekime olan güven toplumun her kademesinde ve devletin kurumlarında ne üzücü ki her geçen gün giderek azalıyor. Bu güven azalmasında ne yazık ki biz hekimlerin de payının olduğu kabul etmek durumundayız. Açılan çoğu davada azmettirici olarak maalesef bir başka hekimin isteyerek ya da istemeden katkısının olduğu bir gerçek.

“Gözünü mahvetmişler”, “bu ilaçlar kullanılır mı?”, “az daha kör oluyormuşsun, çok geç kalmışsın keşke daha önce bana gelseydin” gibi sözleri, daha önce verilen reçetelerin hastanın yanında yırtılıp atıldığını, “ilaçların bunlar olur mu, mahvetmişler gözünü…” deyip çöpe atıldığını hastaların şikâyet ve dava dilekçelerinde sıklıkla görmekteyiz. Bir hekimin diğer hekim hakkında söylediği bu sözler açılan davaların ne yazık ki azmettirici gücü oluyorlar ve birçok davada davanın temelini oluşturuyor. Bu tür davaları açmak için herhangi bir harç ve masraf da gerekmediği için bu sözler üzerine davalar açılıyor. Sonrasında biz hekimleri kusursuzluğumuzu ispatlamak yönünde çok zor bir süreç bekliyor. Bize müracaat eden kişinin zaten mevcut bir hastalığı olduğunu, hastalığın ya da oluşan zararın bizim eylem ya da eylemsizliğimizin neden olmadığını ispatlamak çok zor oluyor. Ne yazık ki bu davalara bakan tüketici mahkemeleri biz hekimleri ayıplı mal satan tüccar statüsünde ve mantığı ile yargılıyorlar. Maalesef ülkemizde insan beden zararlarına bakan ihtisas mahkemeleri yok. Dava sonunda kusursuzluğumuzu ispatlama şansına erişsek bile bu süre 5-10 yıldan daha kısa olmuyor. Bu süreç içinde sürekli zihnimizi yoruyor ve maalesef tüm motivasyonumuzu bozuyor. Mesleğinin en verimli zamanında ‘’lanet olsun, bu işi artık yapmayacağım’’ noktasına gelen arkadaşlarımız var. Tutarlar çok yüksek, yazık ki çocuklarımıza borç miras bırakma durumuna getiren rakamlar söz konusu.

Hal böyle olunca sanırım bütün meslektaşlarımızın ağzından çıkan sözü ölçüp tartarak konuşması meslek etiği ve ahlakının da ötesinde bir nevi kendi sigortası da olacaktır. Bir gün aynının bizim için de olabileceğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.